Tiflis Öyküleri

Nisan’dı. Üniversitenin avlusunda, dut ağacının dibinde dikilmiş, zaman geçiriyordum. Dalgındım. “Patlamış şeftali tomurcukları sandım Elbisendeki düğmeleri” Bu dizeleri duyunca, başımı kaldırdım.

Tiflis Öyküleri
15 Şubat 2004 Pazar 13:10

FAHRETTİN ÇİLOĞLU
[email protected]

Nisan
Nisan’dı. Üniversitenin avlusunda, dut ağacının dibinde dikilmiş, zaman geçiriyordum. Dalgındım.
“Patlamış şeftali tomurcukları sandım
Elbisendeki düğmeleri”
Bu dizeleri duyunca, başımı kaldırdım.

Şaşkınlık ve hayretler içinde bana bakıyordu. Çok etkilenmiştim. Halamın İspanya turnesinden getirdiği düğmelerin, yakasından eteğinin ucuna kadar dizili olduğu elbisemi sabah giyip aynanın karşısına geçince, ben de aynı dizeleri mırıldanmıştım. Çok güzel olduğumu, elbisenin bana çok yakıştığını söyledi.

- Bugün benim doğum günüm, dedim.

Bu sözcükler sanki birden dökülüvermişti dudaklarımın arasından.

- Aman Tanrım, o halde burada ne bekliyoruz. Bunu hemen kutlamalıyız.
Şaşkındım. Her şey hızla olup bitiyordu. O bunları söylerken, ben onun ağzıma bir dilim pasta verişini, sonra da beni öpüşünü düşlemeye başlamıştım.

Elimden tutup beni sürüklercesine avludan çıkardı. Cadde kıyısındaki pastanede oturduk.

- Sen çikolatalı seversin değil mi?

Başımla onayladım. -Evet, bugün de çikolatalı pasta severim.- Pastanedeki en büyük pastayı getirdiler, üzerine beş mum dikilmişti. Nisan’ın beşiydi. Birer dilim aldık, kalanı pastanedeki müşterilere ikram edildi. Çatalıyla bir dilim verdi. Ardından elimi avuçlarının arasına aldı. Söz yüzüğümü fark edince, yüzü hastane çarşaflarına döndü. Yutkundu art arda birkaç kez.

- Ne kadar geç kaldım, diye sordu.

Konuşamıyordum. İşaretparmağı ile ortaparmağımı havaya diktim. İki gün demek istemiştim. Pastane kapısında ayrıldık. Adını bile öğrenememiştim.

Onu bir daha hiç görmedim. Yirmi yıl sonra, gene bir Nisan günü üniversitenin avlusuna gidinceye değin. 
Oğlum, üniversitenin avlusuna küçük bir kilise yapıldığını söylemişti. İnanamamıştım. Dini kitlelerin afyonu sayan bir rejimin biz inançlı son kuşağıydık. Toplum, yetmiş beş yıl önce dondurulmuş, şimdi çözülmüştü sanki. 

Dut ağacı yoktu, yerinde küçük bir kilise yükseliyordu. Gençler kiliseye giriyor, mum yakıp çıkıyorlardı. Yakasından eteğinin ucuna değin düğmeli elbiseli kız dikkatimi çekti. Yanındaki oydu. Yanıma geldi ve elimi sıktı. Kızı benimle tanıştırdı, kızıydı. Adı Nisan’dı.

Adam Öykü, Mart-Nisan 2002


Gülümseme
Gamsahurdia Caddesi kıyısında bir ev kiralamıştım. İkiye bölünmüş bir dairenin yarısını. Hiç mutlu değildim. Evi sevmemiştim. Her gün aynı saatlerde üniversiteye gidiyor, aynı saatlerde eve dönüyordum. Bu gidiş gelişlerde dolmuşlardaki yüzler ruhumu karartıyordu. Her yüz mutsuzdu. Şah Abbas sanki askerleriyle kente girmiş, nüfusun yarısını kılıçtan geçirip çekilmişti. Her yüz, bu kıyımda bir yüz kaybetmiş gibiydi.

Kente yüksek tepeden bakan, bir elinde kılıç, diğer elinde şarap kupası tutan Kartlis Deda’nın yüzü de asıktı. Kentin üzerine sanki ölü toprağı serpiyordu. 

Birden, Kartlis Deda’nın bir elinin artık boş olduğu, şarap kupası tutmadığı duygusuna kapıldım. Tarihi boyunca düşmanına kılıç sallamasını ve şehit vermesini bilen bu kentin ruhu, sanki artık sadece acıyla besleniyordu. Şarabın olmadığı yerde, şarkılar da yoktu.

Eve dönmek üzere dolmuşa bindim. Yanına oturduğum kız bana gülümsüyordu. Yolculuk boyunca da yüzüme bakıp gülümsedi. Adeta dilim tutulmuştu. Ağzımdan bir tek kelime bile çıkmıyordu. Büyülenmiştim. Evin önünde dolmuştan indim. Dolmuş ücretini ödemeyi de unutmuştum. Birden aklım başıma geldi, büyü çözülmüştü. 

Dolmuşta bana gülümseyen kız dünyanın en güzel yüzlü kızıydı, o yüz en güzel insan yüzüydü. Hemen aynı yöne giden bir başka dolmuşa bindim. Gülümsemenin peşinden gidiyordum. Sanki kentin üzerine bir gülümseme örtüsü yayılmıştı. Çok mutluydum. Kartlis Deda, tepeden aşağıya şarap boşaltıyordu kupasıyla. Kentin sokakları kırmızıya dönmüştü. Kenti ikiye ayıran ırmak kırmızı akıyordu. Kentin her yanından Kartlis Deda’ya doğru şarkılar yükseliyordu.

Ben dolmuştaydım. Yeryüzündeki en güzel gülümseyen yüzün peşinden gidiyordum.


Adam Öykü, Mart-Nisan 2002


Ret
Çöküş toplumlarının kahramanları vardır. Bizim de vardı. Tarihimiz boyunca da hep olmuştu. Geçen yüzyılın sonlarında kahramanlarımızın bazıları ülke dışındaydı, başka ülkelerde yaşıyorlardı. Ülkemizi ziyarete geldiklerinde, onurlarına kurulan sofralarda kadeh kaldırıp yaptığımız konuşmalarda, birer kahraman olduklarını açıkça söylüyorduk.

O da kahramanlarımızdan biriydi. Adını uzun zamandır biliyordum. Komşumuz olan ülkede yaşıyordu. Yaşadığım kente birkaç günlüğüne gelmişti. Konuk olarak bulunduğu eve bir arkadaşımla birlikte gittik. Ben onu yaşlı biri sanıyordum. Çok genç gösteriyordu. Bana arkadaşlarımdan biri gibi gelmişti. Ben o zamanlar yirmi bir yaşındaydım. Sanırım o, ben dünyaya gelmeden benim yaşım kadar yaşamıştı. O akşam sohbet sırasında “mteri” (düşman) diyecekken, dili sürçmüş “mtredi” (güvercin) demişti. Gülmüştük. O da mahcup olmuştu.

Ertesi gün üniversitede rektörle görüşeceğini biliyordum. İşim varmış gibi kapıyı çalıp içeri girdim. Rektör
“sonra” deyip beni dışarı çıkardı. Birkaç dakika sonra peşimden o da çıktı, telefon numaramı istedi. Elim ayağım birbirine dolandı, kitaplarım yerlere saçıldı. Ama istediğim olmuştu.

İki gün boyunca kenti gezdirdim. Doğup büyüdüğüm sokakları onunla sevdim. Kura’nın çamur değil bal renginde aktığını, Gorgasali’nin atının gülümsediğini, Ağlayan Kayalar’dan dökülen suların gözyaşı değil kadın saçları olduğunu o gösterdi bana. 

- Bak saçların savruluyor Marika.

Rüzgar, Ağlayan Kayalar’dan ince ince süzülen suları savuruyordu. Biz hep gözyaşları gibi görmüştük bu suları. Artık bana da saç gibi geliyordu. 

- Kura’nın çıktığı dağlar çok sarp. Hiçbir insan ayağı oraya basmadı, hiçbir insan eli oraya değmedi. Oradaki iri ağaçların kovukları bal petekleriyle dolu. Kura bu rengini, işte bu peteklerden süzülüp suya karışan baldan alıyor.

O gidince sık sık Kura kıyısına, Ağlayan Kayalar’a, gülümseyen atın yanına gittim. Suyu hep bal renginde, Ağlayan Kayalar’dan inen suları kendi saçım gibi, Gorgasali’nin atını hep gülümser gördüm. Âşık olmuştum. 
Beni arada bir telefonla arıyordu. Sesini duymak beni mutlu ediyordu. Yeniden geleceğini söyleyince, içim içime sığmaz oldu. Onu bekliyordum.

Bir gün telefonum çaldı. O gelmişti ve beni görmek istiyordu. Koşa koşa gideceğimi sanıyordum.

- Hayır, dedim, seninle görüşmeyeceğim.

Artık âşık değildim.


Adam Öykü, Mart-Nisan 2002


Üç Öykü
Yola çıktığımda, her şeyi geride bıraktığım sanısına kapıldım. Bir arkadaşımın “bu benim hayat hikâyem” dediği öykümdeki gibi, yıllarımı geçirdiğim kentten sanki dönmemek üzere ayrılıyordum. Bir zamanlar turşucuların, şerbetçilerin, bozacıların bol sirkeli turşularını, renkli şerbetlerini, ekşi bozalarını bağıra bağıra sattıkları bu kente geri dönememek beni öldürebilirdi oysa. Havalimanına giderken, bir yandan bu kentteki bütün umutlarımı yitirdiğimi, hiçbir beklentimin kalmadığını düşünüyordum. Yüreğim bomboştu. Âşık olmayı istiyordum örneğin, birine bağlanmayı, birine bağlanarak yaşamımı daha anlamlı kılmayı. Ama bütün bunlar bu kentte olmalıydı, üniversite yıllarımı geçirdiğim kentte. Şimdi yola çıkmış gidiyordum, üç kısa öykümün konusunun geçtiği kente, başka bir ülkeye. 

Uçağa bindim ve genç bir Siyah kadının yanına oturdum. Bütün uçak beyazdı, yalnızca o siyahtı. Adını koyamadığım tuhaf bir duyguya yol açıyordu bu bende. İlk kez bir Siyah kadının yanına oturmuştum. Siyah kadınlar bana her zaman cinsel ya da tensel açıdan çekici gelmiştir. Bunu da anlayabilmiş değilim. Belki bu yalnızca insanın yabancısı olduğu şeylerin doğal çekiciliğidir. Bilmiyorum. O anda bir Siyah kadınla hiç sevişmeden bu dünyadan çekip gideceğimi düşündüm. Siyah kadın, kısa bir tanışmadan sonra, Stephen Hawking’in A Brief History of Time: From the Big Bang to Black Holes adlı kitabını okumaya başladı. Etli ve güzel dudakları vardı. “Eğer öpüşmeyi biliyorsa, güzel öpüşür” diye geçirdim içimden. Düşünce sarmalları içindeyken birden üniversite yıllarında izlediğim bir film geldi aklıma. “Uygar dünya”dan bir beyaz erkek Siyah yerliler arasına düşmüştü. Onların arasında yaşamak zorunda kalmıştı. Adam güzel bir kıza âşık olmuştu. Kızla öpüşmek istemişti. Kız şaşkın, adamın ne yapmak istediğini anlamamış, itiraz etmişti.

- Ağız yemek içindir.

Öpüşmeye aynı tepkiyi vermeyeceğini bildiğim bu kadın Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nde çalışıyordu, benim gittiğim ülkeye görevli olarak gidiyordu. Mülteci sözcüğü, kafamda başka şimşeklerin çakmasına yol açtı. Bu sözcük ürkütücüydü. Üniversite yıllarından bazı arkadaşlarımı anımsadım. Yurtdışına gitmiş, bir daha dönmemişlerdi. İnsanın ülkesi, ilk kez âşık olduğu yerdir. Onlar da ilk aşklarını burada yaşamışlardı. Hiç dönmeyen arkadaşlarım şimdi yüreğimi burkuyordu.

Yolculuk yaptığım uçak, hem Siyah kadınla ilgili düşüncelerimden, hem de anılarımdan koparıp aldı beni. Hava basıncının değişmesiyle başım dönmeye, terlemeye başladım. Bir kusmadığım kaldı. İç çamaşırlarım sırılsıklam olmuştu. Oturuyordum, hiç kımıldamadan, ama ayakta duracak halim yoktu. Siyah kadın Hawking’i okumaya devam ediyordu. Uçak gittiğim ülkenin toprakları üstündeydi, yüksek dağların üzerinden uçuyordu.

Dağların zirveleri, birer kabartma gibi bulutların arasından yükseliyordu. Uçak piste inince, kendimi dünyanın en mutlu insanı hissettim. Siyah kadının tensel çekiciliğini unutmuştum. Siyah bir kadınla sevişmeden bu dünyadan çekip gideceğim düşüncesi de uçup gitmişti. Yazarlar Birliği’nden biri beni karşıladı. Rahatsız olduğum için doğrudan otele götürmesini istedim. Otelin adı “Muza”ydı.

Odamda biraz uyuduktan ve kendime geldikten sonra lobiye indim. Burada bir arkadaşımla, Otar’la karşılaştım. Benimle orada karşılaşmaktan çok mutlu olduğunu söyledi. Gerçekten de keyifli görünüyordu. Ama ben bunu beni görmüş olmasına değil de, ticaret için gidip geldiği bu ülkede işlerinin yolunda gitmesine bağladım. Beni içmeye davet etti. “şu bizim insanlarımız” dedim içimden, “içmekten başka bir şey düşünmezler”. Otelin restoranına geçtik, hemen bir masa hazırlandı. Arkadaşım, bu ülkenin içme geleneğine uygun olarak “tamada”lık ediyordu. Sürekli konuşuyor, konuşuyordu. Sonunda sözü üç öyküye getirdi.

- O üç öykünü okudum, dedi. Biri benim hayatımın hikâyesi. Dünyanın en güzel gülümseyen yüzlü kadınını ben de yıllar sonra buldum. Hayata bakışım değişti. Evlendim onunla. Şimdi bir kızımız var. Daha iki yaşında, ama o da dünyanın en güzel gülümseyen yüzüne sahip.

Arkadaşım çok mutlu bir yüz ifadesiyle anlatıyordu bunu. Öyküyü beğenmişti, bu hoşuma gitti. Ama bu kadar mutlu olmasını sanki kıskanmıştım. Kadehleri doldurdu ve kendi kadehini kaldırdı.

- Öyleyse çocuklara içelim, dedi. Benim kızıma, dünyanın bütün çocuklarına. Gaumarcos!
Şarabı fondip içti. Ama ben ona eşlik edemedim. O buna aldırış etmedi. Belli ki o gün kendi günüydü, konuşmak ve içmek istiyordu. Konuşmaya devam etti. 

- Bu ülkenin şerefine içelim, atalarımızın da toprakları olan bu ülkenin şerefine. Bu toprakları görmemizi nasip eden talihin şerefine. Tarihi, sanatı ve kültürü, görkemli olduğu kadar eski ve asil olan bu halkın, bu insanların şerefine içelim. Gaumarcos!

Arkadaşım gene bir dikişte dibini gördü kadehin. O böyle içiyordu içkiyi, bu ülkede içildiği gibi. Otar, sonu gelmez bir konuşmayı sürdürüyordu sanki, her konudan söz ediyor, sözünü ettiği her şeyin şerefine kadeh kaldırıyordu. Sonunda benden söz ederek bitirdi konuşmayı. Konuşmanın sonu demek, içmenin de sonu demekti.

- Evet, dedi, yazıyorsun. Öyküler, şiirler. Ben de yazıyorum, ama fazla zamanım olmuyor. Mitolojideki Musaları bilirsin, dedi, şu ilham perilerini. Tabii ki bilirsin, ne de olsa ilhamla yazıyorsun. Hesiodos şöyle der onlar için: “Olymposlu Musalar, koca kalkanlı Zeus’un kızları”. Onlarsız nasıl yazılır ki! Bir yerde de şöyle devam eder: “Ne mutlu Musaların sevdiği insan”. Sen Musaların sevdiği insansın. Belki ben de öyleyim, ama bundan emin değilim. Evet, Musa, Musalar. Bu otelin adı da bu anlama geliyor. Musa, Muza aynı şey. Evet, senin şerefine içmek istiyorum. 

Arkadaşım biraz kafayı bulmuştu sanki. Ayağa kalktı. Restorandaki herkesi kadeh kaldırmaya davet etti. Bu ülkenin insanları gibi o da her şeyi abartıyordu. Benim için söyledikleri, üç öykümle birlikte diğerlerinin de çevrilip bu ülkede kitap olarak yayımlanması, bundan dolayı buraya davet edilmiş olmam, bütün bunlar zaten birer abartıydı. Sonra bana döndü.

- Gagimarcos! dedi. Aynı sözcük restorandaki başkalarınca da tekrarlandı ve dolu kadehler bir dikişte boşaltıldı.
Ertesi gün Yazarlar Birliği’ndeydik. Birliğin başkanı bir konuşma yaptı, kitabımdan söz etti. Ben de kısa bir konuşmayla teşekkür ettim. Marika ile buradaki kokteylde tanıştım. Ertesi gün bana kenti gezdirmek istediğini söyledi. Öyküyü okumuştu. Ben de biraz utanarak sordum. 

- Nasıl buldun? Sadece gülümsedi.

Ertesi gün buluştuk. 

- İlk öyküden başlayalım, dedi. Beni üniversitenin avlusuna götürdü. Küçük kiliseyi gösterdi.
- Hayal ettiğiniz gibi mi?
- Evet, aşağı yukarı.

Sonra avludan çıkıp caddenin karşısına geçtik. Bir pastaneye girip oturduk. Uzun uzun yüzüme baktı. Bir şeyler söylememi bekliyor gibiydi, bir anlam veremedim. Sonra dayanamadı sordu.

- Bu pastane mi?

- Bilmiyorum, dedim.

Kenti tepeden gören Kartlis Deda’nın dikili olduğu yere çıktık sonra. Çok parlak bir heykeldi, göz kamaştırıcı. Marika elini gözlerine siper ederek başını kaldırıp baktı. 

- Sanırım, buradan gerçekten de şarap döksek, kentin bütün sokaklarını kırmızıya boyayabiliriz. 
Bir süre sessizce kenti seyrettim yukarıdan, Kartlis Deda gibi kenti avuçlarımın içinde, ayaklarımın dibinde hissettim. 

- Şimdi sıra üçüncü öyküye geldi, dedi Marika. Haydi, oraları da görelim. 

Önce Ağlayan Kayalar’a gittik, sonra Gorgasali’nin heykelinin bulunduğu yere. Kura’ya hakim bir yerdeydi heykel. Irmak bulanık akıyordu. İkimiz de konuşmuyorduk. Akşam beni otelime bıraktı. En çok merak ettiğim şeyi sordum ona, bana anlayış göstermesini isteyerek. 

- Kaç yaşındasın Marika?

- Biliyorsunuz, o öyküde yirmi bir yaşındayım. Eğer ben de yaşlanıyorsam, şimdi, reddettiğimi söylediğiniz kişinin yaşının yarısının üç fazlası yaşındayım.
Öyküdeki yaşını unutmuştum.

- Tekrar görüşecek miyiz?

- Üzgünüm, ama hayır!

Marika çok güzeldi. Etkileyici, zarif. Nasıl söylesem, sanki Tolstoy’un Anna Karenina’sı. Ya da şöyle söyleyeyim, Anna Karenina’yı oynayan Sophie Marceau. Hayır, tek başına o da değil. Kitabı okuduğumda hayal ettiğim Anna Karenina ile Sophie Marceau karışımı biriydi...


Adam Öykü, Kasım-Aralık 2002


İlgili Galeriler
Yorum Ekle
İsim
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.